SÜMERBANK’IN KURULUŞUNA GİDEN YOL
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün konuşmalarında sıkça dile getirdiği kelime ile UNSUR-U ASLİ’NİN, yani Türkiye halkının Ortaçağ karanlığından kurtulup akıl ve bilimin önderliğinde aydınlanma ve çağdaş yaşama ulaşma yürüyüşüdür. Bu yürüyüş, yıkıma ve işgale uğramış imparatorluk artığı haline gelmiş vatan topraklarının önce Milli Mücadele ile işgalden kurtarılması, yani “kurtuluş” ile başlamış; kurtarılan ve siyasi bağımsızlığa kavuşan topraklar üzerinde yepyeni bir ulusal devlet olarak, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu Cumhuriyetimizin inşa edilmesiyle, yani “kuruluş” ile bir ivme kazanarak, yüzünü hedefe dönmüştür. Hedefe giden yolun olmazsa olmaz bileşenlerinden biri sanayileşmedir. İşte bu sanayileşmenin temeli de, Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra, on yıllık deneyiminin bir meyvesi olan SÜMERBANK’TIR. Sümerbank’ın devreye girmesiyle bu yürüyüş güç ve güven kazanmıştır.
Eldeki Miras:
Savaşı kazanmakla iş bitmiyordu. Elde yaklaşık on iki – on üç milyon, okumuşluk ve kültür seviyesi çok düşük, cahil, fakir insan kalmıştı. Nüfusunun çok büyük bir bölümü köylü olan insanımız yıllarca savaştan savaşa sürüklenmiş, hem tarımda çalışacak işgücü erimiş, hem de elleri kılıç tutmaktan, ne ürettiğini bilen, verimli üretim yapabilen bir çiftçi konumuna geçememişlerdi. Sayıları fazla olmayan, dönemin yetişmiş, bilgili, bilinçli insanlarının (Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre bunların münevver niteliği çok yüksektir) büyük bir bölümü de aynı şekilde savaşlarda yitip gitmişti. Ülkenin verimli bölümü yıkılmış, yanmıştı. Ekonomik durum içler acısıydı. Sanayi yoktu. Ticaret ve ticari yaşamla ilgili bankacılık dâhil mali kurumlar ve hizmetler azınlıkların ve yabancıların elindeydi. Demiryolu yabancıların elindeydi. Hastalık kol geziyordu. Eğitim kötüydü. Yol yoktu. İnsanımız insanca yaşama olanaklarından yoksundu. Her şeyi yeniden yapmak gerekiyordu, ancak gelirlerimiz ve insan sermayemiz yetersizdi. Yoklukların en önemlisi ise milli ellerde sermaye birikimi yokluğudur. Zaman kaybedilirse Milli Mücadele’de elde edilenlerin yitirilmesi tehlikesi de olabilirdi.
Yeniden Yapılanma ve İnşa: 1923-1931
İzmir İktisat Kongresi yeniden inşa döneminin bir başlangıcı kabul edilir. Hayati önemdeki Lozan görüşmeleri daha sonuçlanmadan İzmir’de 17 Şubat / 4 Mart 1923 tarihleri arasında, amele (işçi) grubu, sanayici grubu, çiftçi grubu ve ticaret gruplarının katılımıyla İzmir İktisat Kongresi toplanır. Nasıl ki “kurtuluş” döneminde Erzurum ve Sivas kongreleri toplanmışsa, bu da “kuruluş” döneminin kongresidir. Bu kongre, Cumhuriyet yönetimiyle ülke ekonomi grupları arasındaki bütünleşmenin (Türkiye’de, öncesinden farklı yepyeni bir yönetimin kurulmakta olduğunun) dünyaya bir mesaj olarak verildiği stratejik bir hamle olarak değerlendirilir. Bilindiği gibi Osmanlı’da ve Cumhuriyetin ilk döneminde böyle bir bütünleşmenin gerçek aktörleri olabilecek nicelik ve nitelikte sanayici (burjuvazi) ve işçi sınıfı oluşmuş değildir. Çiftçi grubu (ki küçük üretici değil, büyük çiftçilerdir) ve özellikle ticaret grubu ise, Anadolu sathında yaygın olmasalar da, günün koşullarında gerçek aktörlerdir. Yine de, bu grupların bir araya gelmeleri ve ekonomi güçlerinin geliştirilmesi konusunda kararlar almaları bir ilktir ve önemlidir. Kongre’de dünyaya verilen mesajlardan biri de, ekonominin inşası için sermayeye duyulan gereksinim nedeniyle, ülke çıkarlarına ve bağımsızlığımıza zarar vermedikçe yabancı sermayeye açık olduğumuzdur. Bu mesajlar bir anlamda, Batılı ekonomik sisteminin dışında olmadığımızın ve “Millî Mücadele” döneminin başından itibaren dayanışma içinde olduğumuz Sovyetler Birliği’nin yolundan gitmeyeceğimizin ilânıdır. Batılı ekonomik sistemin dışında değilizdir ama 1930’lardan itibaren kendi kalkınma yolumuzu, sanayileşmeyi odağa alarak, gelişmiş sanayi ülkelerinin hiç de hoşlanmayacakları bir biçimde kendimiz belirlemeye başlayacağız.
Daha çok şeklen önem taşıdığı düşünülen bu kongrede Atatürk’ün yaptığı açış nutkunda değindiği konular çok dikkat çekicidir ve açıklayıcıdır. Bu konuşmada Osmanlı’yı “ halkın gönenci ” açısından çok net eleştirmiştir. Hem de bunu Korkut Boratav Hocamızın dikkati çektiği üzere, Osmanlı’nın en ünlü üç padişahı (Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman) üzerinden yapmıştır. Nedense konuşmanın bu bölümüne pek değinilmez, sanki gizli bir sansür uygulanır. Prof. Dr. Oktay Yenal da Atatürk gibi düşünüyor “Osmanlı’nın hiçbir döneminde, hele son iki yüzyılda halkın gönencini yükseltmek devletin öncelikli amaç ve görevleri arasında yer almamıştır.”
Açış nutkunda belirttiği gibi, Atatürk’e göre “…bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, düşüşüyle alâkadar ve münasebettar (ilişkili, ilişkin) olan o milletin iktisadiyatıdır.” “Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi muzafferiyetler ile taçlandırılamazlarsa, husule gelen zaferler payidar(kalımlı) olamaz az zamanda söner…” Ve “Dolayısıyla öyle iktisat devri lâzımdır ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin…”
Eğitimsiz milli bir ekonomi kurulamaz, kalkınma olamazdı. Bunun bilincinde olan Atatürk daha Kurtuluş Savaşı’nın şiddetle sürdüğü yıllarda Öğretmenler Kongresi toplayarak kolları sıvamıştı. Eğitim programımız, ekonomik programlara uygun olmalıydı. Kurtuluş’tan hemen sonra eğitim konusunda çalışmalara girişilmiş, İzmir İktisat Kongresi’nden önce de öğretmen okulları, liseler, ilkokullar, sanayi ve çırak okulları açılmaya başlanmıştı.
Klâsik tanımlama ile Türkiye bir köylüler ülkesiydi. Ama çiftçi olamamış bu köylünün büyük bir toplumsal dönüşümle çağdaşlığa yönelmesi başlı başına büyük ve çok zaman alıcı bir işti. Topraklarımızın büyüklüğüne göre bu toprakları işleyecek köylü nüfus yoğunluğumuz azdı. Daha çok toprak işleyebilmek ve üretimi hızlandırabilmek için tarımsal araç, gereçlerin Ziraat bankası aracılığıyla ithali ve üreticiye gümrüksüz olarak dağıtımı, hayvan ithalinin iki yıl için gümrükten muaf tutulması kararlaştırılır. Ziraat Bankası şubeleri süratle arttırılır, köylüye tarımsal krediler verilmeye başlanır. Köylüden aynî (para olarak değil, ürün) olarak alınan ve kaldırılması İzmir İktisat Kongresi’nde Çiftçi Grubu’nun önemli bir talebi olarak gündeme getirilen Aşar Vergisi kaldırılır. Bu vergi 1925’te hâlâ bütçe gelirlerinin % 22 sini oluşturmaktaydı (Prof. Dr. Oğuz Ayan). Üretici, pazar için üretime yönlendirilir. Prof. Dr. Bilsay Kuruç’un yazdığı üzere “1925’ten sonra ekonomik büyüme hızlanır. Tarım lokomotiftir. En hızlı giden ve öteki sektörleri çeken tarımdır… Cumhuriyet’in kuruluş döneminin öyküsü bir yönüyle yükselen sınıfların öyküsüdür.”
Ekonomik güçlerin geliştirilmesi doğrultusunda devletin ekonomik hayata müdahalesi en düşük düzeyde tutulmuş, güçlü bir özel kesim oluşturabilmek için devlet, özel girişimciliğe her türlü teşvik ve desteği vermeye özen göstermiştir. Bu nedenle bu döneme liberal dönem olarak bakılır. Ancak Lozan Anlaşmasının bazı hükümleri devletin etkin bir gümrük uygulamasına izin vermediğinden devlet, hem bir gelir kaybına uğramakta hem de himaye politikalarında eli kolu bağlandığından, Milli iktisat oluşumuna yeterli desteği verememektedir. Bu kısıtlayıcı hükümler 1929 yılında ortadan kalkacaktır.
Küçük birikimleri toplamak, teşvik etmek, artırarak yerli sanayii finanse etmek üzere bizzat Atatürk’ün de katılımıyla, 26.08.1924 yılında İş Bankası kurulur. Ödenmiş sermayesi Atatürk’ün verdiği (ülkeye gönderilen yardım parası) 250.000.- TL olan bankanın başına da o sıralar İmar Vekili olan ve özel kesimin sempatiyle baktığı Celâl Bayar getirilir. İş Bankası devletin desteğiyle kısa zamanda gelişerek kapitalist ilişkilerin gelişmesinde, kapitalist girişimcilerin yetişmesinde etkin bir rol oynayacaktır.
O yıllar henüz iktisadi devletçilik gündemde değildir. Dönemin ekonomi anlayışı da devletin işletmeciliğe girişmesine taraftar değildir. Özel kesim her zaman olduğu gibi çıkarları konusunda çok hassastır. Osmanlı’dan devralınan (tuz, petrol, benzin, barut ve patlayıcı maddeler v.b. gibi) devlet inhisarları (tekelleri) ki bunlar biçimsel olarak tekeldi ve devlet işletmesi olarak yürütülmüyorlardı, dönemin koşullarında, imtiyazlı özel veya yabancı şirketlere verilmişti (Prof. Dr. Korkut Boratav). Devletin en önemli ekonomik faaliyeti demiryolu inşaatında olmuştur. Hem milli güvenliğimiz hem de iç pazarımızın gelişmesi bakımından son derece büyük önem taşıyan demiryolları bilindiği gibi yabancı şirketleri elindeydi ve bunların ivedilikle işletilmeleri gerekiyordu. Acil çözüm olarak, yönetimlerine devleti temsil etmek üzere Türk yetkililer konularak, demiryollarının işletilmesine ve yönetimine bu yabancı şirketlerle devam edilir. 1924 Nisan’ında demiryollarını millileştirme kararı alınır. Genel müdürlük kurulur, şimendifer mektebi (demiryolu okulu) açılır, demiryolu kongresi düzenlenir. Bayındırlık Vekili Ali Çetinkaya’nın dediği gibi “Türk parası, Türk dimağı, Türk emeğiyle hem yapmak, hem işletmek” ancak 1933’ten itibaren mümkün olabilecektir. Öncekilerin millileştirilmesi ise 1937 yılında tamamlanacaktır (Prof. Dr. Bilsay Kuruç).
Bir de 1925 yılında Kayseri’de kurulan tayyare fabrikası vardır. O dönem için bu yalnızca Alman Junkers uçaklarına, yapılacak düzeltmelerle makineli tüfek yerleştirilmesi işidir. Daha sonraları İzmir uçak tamirhanesi, Tayyare Cemiyeti’nin Etimesgut tesisleri devreye girer. Keşif uçakları yapılır, İş, tasarımı bize ait olan, kesik kanatlı “Uğur” talim uçaklarının yapımına varır. Bu çalışmalar 1951 yılında Makine Kimya Endüstrisi Kurumu bünyesine geçer. Burada söz etmemizin nedeni cumhuriyet kadrolarının düşünce ufkunu, kararlılığını, zaman kaybetmeden adım atabilme cesaretini göstermesidir. Maalesef Milli Savunma Bakanlığımız (Amerika ile olan ilişkiler çerçevesinde) uçağı Amerikan askeri yardımından alacaklarını söyleyerek siparişleri keser. Ve o tesislerde kuluçka makineleri ve traktör üretimi başlar.
Bir de Osmanlı’dan kalan fabrikalar (ki bunlar ordunun ve sarayın gereksinimleri için kurulan imalâthanelerdi) vardı. Bunlardan bir kısmı ileride Sümerbank’a devredilecektir. Bu fabrikaları işletmek, özel kesime sınaî kredisi açmak ve özel kesim girişimlerine ortak olarak katılmak üzere 19.04.1925 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin (Madenler) Bankası kurulur. Bu, Prof. Dr. Zafer Toprak’a göre Cumhuriyet Türkiyesi’nin sanayileşme sürecinde devletin aktif katılımının bir göstergesidir. Ancak bu katılım, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın dediği üzere bir devlet müdahaleciliği anlamında da değildi. Osmanlı’dan devralınan fabrikalar geçici olarak bu banka tarafından işletilecek, zamanla hisseleri özel şahıslara aktarılacaktır. Fakat devletin her türlü teşvik ve desteğine karşın beklenen yeterli karşılık alınamıyordu. Banka, Osmanlı’dan devrolunan bu fabrikaları özel sektöre devredecek sanayici ortamı bulamıyordu. Kurulmakta olan yeni özel girişimlere de hisse alarak, kuruluşlarına katkı sağlamaya çalışıyordu. Fakat bunların çoğu kendi sermaye taahhütlerini bile yerine getiremiyordu. Yük bankanın üzerinde kalmıştı. Dolayısıyla madencilik sektöründe varlık gösteremedi ve özel girişime yeterli kaynak ayırmada da yetersiz kaldı. Bu tabloya karşın, bu deneyimin, Prof. Dr. Zafer Toprak’ın altını çizdiği üzere, devlete önemli bir çıkarımı olmuştu: “Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası, kendi yönetimindeki kamu sınaî tesislerinin ticari yöntemlerle işletebileceğini kanıtlamış ve devletin iktisadi faaliyette bulunabileceği konusunda ilk başarılı örneklerini vermişti.” Bu saptamayı, Cumhuriyetimizi Sümerbank’a götüren yolda bir basamak olarak değerlendirebiliriz.
Cumhuriyet kadroları o dönem için liberal olarak tanımlanan ancak “millî iktisat” üzerine kurulu ekonomi politikaları doğrultusunda çalışmalarını aralıksız olarak sürdürüyorlardı. 28.05.1927 tarihinde dönemin önemli kararlarından biri olarak Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılır. Ve özel girişime verilen destek artırılır.
Devletin tüm olanaklarıyla desteğine ve özendirici uygulamalarına karşın özel girişimcilik başarılı olamamaktaydı. Ülke, istenilen sermaye birikimine ulaşamamakta ve sanayileşme yoluna girememekteydi. 1929 yılına gelindiğinden Lozan’ın gümrük uygulamalarındaki kısıtlayıcı hükümleri de ortadan kalkmış ve devletin ekonomi hayata etkin uygulamalarının önü açılmıştır. Fakat önceden ertelenen, Osmanlı’dan devralınan dış borçların ödemesi de ne yazık ki 1929 da başlayacaktır.
Cumhuriyetin yönetici kadroları sanayileşmeyi hızlandırarak, yurttaşların maddi koşullarını sürekli iyileştirmek ve bu iyileştirmelerden nüfusun daha geniş bölümlerinin yararlanmasını sağlamak yolunda arayışlarını sürdürmekte ve yeni program çalışmaları yapmaktadırlar. Türk parasının kıymetini korumak üzere alınan tedbirlerin hassasiyetle uygulanmasının yanı sıra, tasarruf alışkanlığının geliştirilmesi, “yerli malı” kullanma kampanyaları, tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi, üretimin çeşitlendirilmesi ve ulusal kaynakların daha verimli ve akılcı şekilde kullanılmasına dönük çabalar hayati bir önem kazanmıştır (Dr. Serdar Şahinkaya).
1929 yılında Âli İktisat Meclisi’ne (Ekonomi Danışma Kurulu’na) iktisadi durumumuzla ilgili bir rapor hazırlama görevi verilir. Dönemin İktisat Vekili Şakir Kesebir başkanlığında kurulan komisyon Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki üretim olanaklarını inceleyerek projeler hazırlar. “İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor” adı verilen bu çalışma 1930 yılında Başvekil İnönü’ye verilir. Bu rapor devletçiliğe geçiş sürecinde yapılan ilk kapsamlı incelemedir (Doç. Dr. Serkan Tuna).
1929 Aralık ayında Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kurulur. Ve sanayimizin milli ve çağdaş gereklere uygun bir tarzda gelişmesini sağlayacak yolları aramak üzere, bu cemiyetin organizatörlüğünde 22 ve 23 Nisan 1930’da Ankara’da Sanayi Kongresi düzenlenecektir. Cemiyetin genel sekreteri, İzmir milletvekili Rahmi Köken’in açılış konuşmasında söylediği sözler işin özetidir “Türkiye sanayileşme mecburiyetindedir!”
Önemli bir olay da, para-kredi sorunlarına ve iktisat politikalarına yön vermede önemli bir araç olacak olan Merkez Bankası’nın kuruluşudur. Önce (Osmanlı döneminde merkez bankası fonksiyonlarını yapmakta olan) Osmanlı Bankası’ndan ve dış çevrelerden; sonra da, yine yabancı uzmanların desteğine dayanarak, Merkez Bankası fonksiyonlarının İş Bankası’nca devralınması önerisini getiren İş Bankası çevreleri ve Celâl Bayar’dan gelen direnmelerin Başvekil İsmet Paşa tarafından reddedilmesiyle 11 Haziran 1930’da Merkez Bankası kurulmuştur. (Selim İlkin’in araştırmasından aktaran Korkut Boratav)
Büyük Buhran ve Türkiye
Geniş halk kitlelerinin sıkıntıları sürerken Büyük Buhran adı verilen 1929 Dünya Ekonomi Krizi Amerika’dan dünyaya yayılmış ve Türkiye’ye de ulaşmıştır. Paramızın dış değeri düşmüş, gelir ve tasarruflar düşmüş, talep ve fiyat düşüklükleri piyasayı olumsuz etkilemiş, herkesin işleri azalmış, 1929 da gümrüklerin artacağını düşünerek aşırı ithalat yaparak aşırı kâr peşinde olan ticaret sermayesi sıkıntıya girmiştir.
Bu arada 1929 sonbaharından itibaren başlayan iç ayaklanmalar da Cumhuriyet yönetimini ayrıca uğraştırmaktadır (Dr. Serdar Şahinkaya).
Mustafa Kemal’in kurdurduğu Serbest Fırka (Serbest Parti) denemesi de halkın mutsuzluğunu net bir şekilde göstermiştir. Partinin, Büyük Buhran’ın etkisiyle karşılaşılan iktisadi güçlükleri sömürerek, kısa sürede halk yığınları içerisinde güçlü bir destek sağlamasının, Cumhuriyet yönetici kadrolarını sanayileştirmeyi hızlandırarak, yurttaşların maddi koşullarını iyileştirme düşüncesine daha çok motive etmiş olduğu genel bir kanıdır.
Bu gelişmeler üzerine Atatürk, duyulan hoşnutsuzlukları bizzat yerinde tespit etmek üzere yanında milletvekilleri ve uzmanlar olduğu halde, 17 Kasım 1930 / 02 Mart 1931 tarihleri arasında yurt gezilerine çıkar. Ve hoşnutsuzluklarının kaynağının iktisadi olduğunu kendi gözlemiyle tespit eder. Gezi sırasında hazırlanan raporlar başbakana ve ilgililere iletilir.
Dünya üzerinde de Büyük Buhran nedeniyle liberal uygulamalar (geçici olarak) gözden düşmekte ve devletin ekonomiye müdahaleleri rol oynamaya başlamaktadır. Yazılanlara göre bu müdahaleler daha çok yerli sanayilerini korumak üzere yapılan gümrük duvarlarının yükseltilmesidir. Birkaç yıl içinde bizde de başlayacak olan devletin müdahaleleri ise daha farklı bir boyutta olacaktır. Devlet bizzat sanayi üretimlerinin içine girecektir. Sovyet Rusya 1927-28 yıllarında başlatılan plânlı ekonomi uygulamaları ile hızlı bir gelişme sürecine girmiş ve dünyayı “plânlı kalkınma” ile tanıştırmıştı. Bu durum tüm dünyanın olduğu gibi Cumhuriyet kadrolarının da dikkatini çekmişti. Bizim de hızlı bir şekilde sanayileşmeye, kalkınmaya gereksinimimiz vardı. Bu da özel kesimimizin boyutunu aşmaktaydı. Bilsay Kuruç’un belirttiği üzere, özel kesimimizin“ Kapitalist olabilmek için gerekli içgüdüleri vardır. Ama gelişmesi gereken bir ekonomiyi bütünlük içinde algılayabilecek görgüsü yoktur. Alıcıdır. Vericiliği hiç yoktur…” Özel kesimin içinde bulunduğu durumu en iyi bilen şüphesiz ki Celâl Bayar’dır. 1936’da bu durumu şöyle dile getirmiştir “Eğer memleketin sanayileşmesini ve milletin muhtaç olduğu refahı bazı özel teşebbüslere ve bu teşebbüslerin dayandığı özel sermayeye bırakmak lâzım gelirse, hiç değilse iki yüzyıl daha bekleme devresi geçirmekliğimiz lâzımdır.” Ve 1930 yılı sonlarında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, incelemelerde bulunmak üzere Sovyetler Birliği’ne gider.
Artık gelinen noktada “Devletçilik” üzerine eğilim iyice güçlenmektedir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHP’nin) 1931 yılındaki üçüncü Büyük Kurultay’ında “Devletçilik” bir ilke olarak kabul edilir. Ancak izlenecek yol henüz netleşmemiştir.
SÜMERBANK’A Giden Yolun Son Kavşağı: 1932 Yılı
1920’li yılların ekonomisi, yeni inşa edilmekte olan bir ülke için başarılı olarak kabul edilir. Buna karşın üretici güçlerin gelişimi bakımından zayıf kalmış, istenilen gelişme hızını ve sermaye birikimini sağlayamamış, halkın sıkıntılarını hafifletememişti. Aslında bu durum içinde bulunulan koşullarda çok olağandı. Ancak cumhuriyetin enerjisi kabına sığmıyor, yarına güvenle bakabileceği sonuçları alabileceği bir sürece bir an önce girmek kararlılığıyla çabalarını sürdürüyordu. Ve yollar ister istemez devletçiliğe çıkıyordu. Oktay Yenal’ın belirttiği gibi, o dönemde iktisat kuramları, gelişmiş kapitalist ülkelerin iktisatçılarının kendi ekonomilerinin sorunları üzerine geliştirmiş oldukları kuramlardır. Özellikle de bizim durumumuzda olan bir ülke için, sanayii hızlandırmak ve kalkınmak üzerine bir hazır “reçete” olmadığından, arayışlar ve tüm çabalar bizi ulusal sanayii devlet desteği ile kurma ve dışa karşı koruma düşüncesine götürüyordu.
Devletçilik Uygulamalarını Başlatan Bakan: Mustafa Şeref Özkan
1930 Eylül sonundan itibaren ekonominin başında, yüksek öğrenimini Paris’te yapmış, Osmanlı’da da bakanlık deneyimi olan Mustafa Şeref Özkan vardır. Liberalizme mesafeli oluşu ve Türkiye afyon yetiştiricileri kooperatifi kanunu, ithalâtçılara getirilen takas yapma ilkesi, çağdaş normlara uygun olarak hazırladığı iş kanunu tasarısı gibi çalışmalarını çıkarlarına uygun bulmayan özel kesim kendisinden hoşnut değildir. Büyük ümitlerle kurulan Sanayi ve Maadin Bankası deneyimi, bankacılık ile sanayi işlerinin bir arada gitmediğini (yukarıda değinildi) göstermişti. Mustafa Şeref Bey’e göre bankacılık ile sanayi iç içe olursa, bankalara sahip olanlar (finans kapital) sanayii de yönetirlerdi. Sanayi finans kapitalce yönetilmeyecektir (Bilsay Kuruç). Gelişmeyi hızlandırmak için, içinde bulunulan buhran koşullarında kaynaklar da kıtlaştığından, özel kesime (istenilen aşamayı yapamadığından) verilen desteklerin büyük bir bölümünün Cumhuriyet’in (devletin) kuracağı sanayiye kaynak oluşturmak üzere yönlendirilmesiyle istenilen ilk ivme sağlanabilecektir. Bankacılık ve sanayi işlerinin ayrı tutulduğu bir model hazırlanır. Sanayi ve Maadin Bankası yerine kurulacak Devlet Sanayi Ofisi devlet yönetiminde işletmeleri, fabrikaları kuracak ve işletecek, Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası ise sanayinin kredilenmesi yanında her türlü bankacılık ve komisyonculuk işlevini yürütecekti. Böylelikle ufukta devletçilik iyice gözükmüştür. Buna karşılık yerli özel sermayenin ise bu koşullarda yeni bir politika önerisi yoktur. 1930 öncesinde olduğu gibi milli iktisat anlayışı içindeki desteklerin buhran koşullarında da aynen devamını istemektedir. Devletçilik yolundaki çalışmalar yerli özel sermayede fazlasıyla rahatsızlık yaratır. Özel kesim sanayileşmeye de işlerin büyümesine de karşı değildir. Ama kendi payının küçülmesine ve sermaye kazançlarının devlette birikmesine karşıdır. Bankacılık ve sanayi kesimi, öteki özel kesim çevreleriyle birlikte bir sınıf çizgisinde buluşurlar (Bilsay Kuruç). Yapılmakta olanları “aşırı devletçilik” sayarak karşı koyarlar. Bu durum, yönetici kadrolarla yerli özel girişimciler arasında bir hesaplaşma başlatır.
İNÖNÜ Sovyetler Birliği’nde
25.Nisan.1932 tarihinde bu kez Başbakan İsmet İnönü yanında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve geniş bir heyetle, davet üzerine, on yedi gün sürecek sanayileşmemiz açısından çok önem taşıyan Sovyetler Birliği ziyareti yapar. Resmi kurumlar, bazı fabrikalar ziyaret edilir. Sovyet ekonomisinin genel ilkeleri ve plân çalışmaları hakkında bilgi alınır. İnönü, Sovyet Halk Komiserleri Kurulu (Sovyetler Birliğinde en yüksek hükümet organı) Başkanı Molotov ve Kalinin ile görüşmeler yapar. Görüşmeler sonunda kendilerinden makine alımı için, faizsiz ve mal karşılığı 20 yılda tarım ürünleriyle ödenmek üzere 8 milyon altın dolarlık kredi alınması konusunda anlaşmaya varılır. Bu kredi ilerleyen yıllarda Kayseri Bez ve Nazilli Basma Fabrikaları’nın kuruluşunda makineler alınarak kullanılacaktır. Ayrıca yapılacak yatırımların niteliği, teknolojisi, üretilecek ürünler ve kurulacak yerlerin belirlenmesi gibi konularda yardımcı olmak ve araştırmalar yapmak üzere bir uzmanlar heyeti Türkiye’ye gelecektir. İnönü heyetinde bulunan bir grup teknik uzman, ki aralarında Feshane Müdürü Şevket Turgut Bey de vardır, bir süre daha kalarak özellikle tekstil konusunda incelemelerini sürdürürler. Ve kurulacak tekstil sanayi için gerekli makinelerin %90’ının Sovyetlerden sağlanabileceğini saptarlar (İlhan Tekeli ve Selim İlkin).
Sovyet Uzmanlar Türkiye’de
İnönü’ye Rusya seyahati sırasında hediye edilen 26 vagon ve 20 sandıktan oluşan traktör, tarım makineleri ve teçhizatı teslim etmek, montajını ve kullanımlarını öğretmek üzere Fen Enstitüsü Müdürü Vladislav Vago başkanlığında beş kişilik bir uzmanlar kurulu 09 Haziran 1932’de İstanbul’a gelir.
Sovyetler Proje Tröstü Müdürü iktisatçı Prof. Orloff başkanlığında bir diğer (Sümerbank yatırımlarını ilgilendiren) uzmanlar kurulu, 12. Ağustos. 1932 tarihinde İstanbul’a gelirler. Kurul, Türk uzmanların eşliğinde uzmanlık konularına göre yurt sathında geniş incelemelerde bulunurlar. Çalışmalarının sonunda raporlarını hazırlayıp hükümete verirler. En büyük bölümü pamuk sanayiine ayrılan, bir fizibilite (yapılabilirlik) çalışması olan rapor “Türkiye’de Pamuk, Keten, Kendir, Kimya, Demir Sanayii” başlığını taşımaktaydı.
Orloff Rusya’ya dönmek üzere geldikleri İstanbul’da basına bir açıklamada bulunur: “ … Tetkikatımız neticesinde istihsalâtı (üretimi) göz önünde bulundurarak üç yerde fabrika inşasını münasip gördük. Bu fabrikalardan biri Nazilli’de, biri Kayseri’de açılacaktır. Nazilli’de açılacak fabrikada renkli iplikler, boyalı iplikten pamuklu mensucat yapılacaktır. Kayseri’deki fabrikada da kaput bezleri imâl olunacaktır. Basma imâl edecek olan üçüncü fabrikanın yeri henüz tayin edilmemiştir. Bu fabrikaların makineleri kâmilen Rusya’dan gelecektir. Bu üç fabrikanın bugünkü istihlâkata (tüketime) kâfi geleceğini zannediyorum. İleride lüzum hâsıl oldukça başka başka fabrikalar ve tesisat ta vücuda getirilecektir.”
Celâl Bayar Ekonominin Dümenine Geçiyor
Özel kesim ile olan hesaplaşmanın yoğun yaşandığı bu dönemde Mustafa Şeref Bey, devletin kurma eğiliminde olduğu kâğıt fabrikası için, İş Bankası’nın da devrede olması nedeniyle, 1932 Ağustos’unda Atatürk ile bir tartışma yaşar ve sağlık gerekçelerini öne sürerek 08 Eylül 1932’de istifa eder. Yerine İş Bankası Genel Müdürü ve özel kesimlerin sözcüsü konumundaki Celâl Bayar getirilir. Yeni ekonomi bakanı dümene geçer geçmez özel kesimi destekleyen devlet fonlarına dokunulmasını engeller. Mustafa Şeref Bey zamanında çizilen devletçilik doğrultusunun dışında yeni bir yol arayışına girer. Bütün mesele sanayileşmenin, sözcüsü durumunda olduğu özel kesimin payının azaltılmadan kurulmasıdır. Sanayileşme devlet öncülüğünde gerçekleşecektir, buna karar artık verilmiştir. Ama yerli özel kesim bu işin dışında bırakılmamalıdır. Zaten çapı küçüktür, bir de dışında kalırsa ufalanıp gidecektir. Özel sermaye de geliştirilmelidir. Sonuçta bulunan çözümü Bilsay Kuruç, Kolomb’un yumurtasına benzetir “Özel sanayi demek, öncelikle milli bankalar demektir. Bütün milli kuvvet kaynaklarından yararlanmak (İş Bankası’nın sanayileşme anlayışı) ise devletin kaynaklarını bankalarla eşleştirmektir. Böylelikle özel sermaye sanayileşme hareketine ortak edilmiş olacaktır.” (Kolomb’un yumurtası basit bir çözümden önce bir zekâ göstergesidir).
“Türksroy”
Celâl Bayar yönetimindeki İktisat Vekâleti’nin devletçiliğin alacağı yeni yön üzerindeki çalışmaları sürerken, 1933 Mart’ında, içinde Devlet Sanayi Ofisi’ne devrolunan Hereke ve Feshane fabrikaların müdürlerinin de bulunduğu bir heyet Sovyet Rusya’ya gider. Kurulması plânlanan dokuma fabrikalarının makine ve teçhizatlarıyla ilgili incelemeler yapılır. Bu temaslar sırasında Moskova’da, Türkiye’de dokuma fabrikalarının kurulması işiyle uğraşmak üzere, müdürlüğüne “Ağır Sanayi Komiserliği” üyelerinden Zolataref’in atandığı “Türksroy” isimli bir tröst (reji) (konu ile ilgili çalışmaları bünyesinde toplayan, tekeline alan örgüt) kurulur. Bu tröstte 160 Sovyet uzman görevlendirilmiştir. Fabrikalarla ilgili hazırlanan projeler Moskova’da bulunan heyete verilir. Makinelerin yapımına da Karl Marx fabrikalarında başlanmıştır.
Heyet, Kayseri Fabrikası’nın projeleriyle birlikte 09 Temmuz 1933’de dönüşe geçecektir.
Ve Çözüm: SÜMERBANK
Görüldüğü gibi uygulanacak “devletçilik” modelinin yönü daha netleşmeden, zaman yitirmeksizin, kararlılıkla yatırım adımları atılmaktadır. Çalışmalar sonucunda da devlet öncülüğünde sanayileşme modeline şöyle bir çözüm bulunur: Kanun düzeyinde kurulan fakat çalışmalarına başlayamayan Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası projelerinden vazgeçilir. Bunun yerine, bunların bileşimi olabilecek (Geçmişteki Sanayi ve Maadin Bankası’ndan farklıdır) sanayinin temelini oluşturacak, tek bir ana gövde, merkez bir karargâh olarak 03 Haziran 1933 tarihli 2262 sayılı kanun ile SÜMERBANK kurulur. Sümerbank kanununda yazdığı üzere “Sanayileşme hareketine hız verilebilmesi için bütün milli kuvvet kaynak ve unsurlarından çok istifade etmek lâzım geldiğini tecrübeler göstermiştir. (…) Sümerbank’ın sahibi bulunacağı fabrikalar hisselerinden bir kısmının Türklerin ve Türk teşekküllerinin eline geçmesi uygun görülmüştür.” Böylelikle özel kesim büyük bir nefes almış, rahatlamıştır. Ancak özel kesimin devlet ile birlikte sanayi kuruluşları oluşturması hükümetin iznine bağlanmıştır. Yasanın, özel kesimi de destekleme görevine karşın, Janset Özen Aytemur’un belirttiği üzere “Devlet mülkiyetinin korunması ve devletçi yatırımcılık-işletmecilik çizgisi, Sümerbank modelinin önemli bir niteliğidir.” Bu çizgi sayesindedir ki, halkın gönencini yükseltmede kaynak yaratılabilinecektir.
Prof. Dr. Yakup Kepenek gelinen bu noktayı genel bir bakışla şöyle değerlendirir: “Cumhuriyet hükümeti, yerli sanayii kurmayı ve geliştirmeyi, 1930’larda üretimin ve bankacılığın bileşimiyle başardı.”
Ve böylece geçen on yıllık bir sürecin deneyiminin meyvesi olarak, Doç Dr. Serkan Tuna’nın deyişiyle “Hem özel sermayenin mevcut kaygılarını gidermeye çalışan hem de devlet işletmeciliğinin hayata geçmesine olanak tanıyan bir yapıyı …” içeren “tarihi bir uzlaşma” olgusu olarak, adını Atatatürk’ün verdiği SÜMERBANK doğmuştur.
Kuruluş kanununa göre Sümerbank’ın görevleri şunlardır:
- Devlet Sanayi Ofisi’nden devralacağı fabrikaları işletmek ve özel sınaî kuruluşlardaki devlet iştiraklerini idare etmek.
- Özel kanunlara göre kurulacak fabrikalar dışındaki devlete ait bütün sınaî kurumların etüt ve projelerini hazırlamak, bunları kurmak ve yönetmek.
- Kurulması ve genişlemesi yurt için iktisaden yararlı sınaî işlere sermayesinin müsaadesi oranında iştirak ve yardım etmek.
- Memlekete ve kendi fabrikalarına gerekli olan usta ve işçileri yetiştirmek üzere okular açmak, sanayi mühendisi ve uzmanlarını yetiştirmek üzere üniversitelerde öğrenci okutmak veya bu maksatla İktisat Vekâletince açılacak okullara yardım etmek ve yabancı memleketlere talebe ve öğrenci ve stajyer göndermek.
- Sanayi müesseselerine kredi temin etmek ve tüm bankacılık işlemlerini yapmak.
- Milli sanayiin gelişim önlemlerini araştırmak ve bakanlıkça istenilen konularda görüş oluşturmak.
Nurullah Esat Sumer Görevde. Müstakbel Usta ve Kalfalar Rusya’da
SUMER soyadını sonradan Atatürk’ün verdiği İzmir doğumlu, Üniversite lisans eğitimini Berlin’de, doktorasını Frankfurt’da yapmış, Almanca, Fransızca ve İngilizce bilen, Nurullah Esat Bey 11 Haziran 1933’te, 600 TL maaşla bankanın ilk genel müdürü olarak atanır. Sümerbank 11. Temmuz. 1933 tarihinde İstanbul Galata’daki ilk binasında resmen faaliyetine başlar. 24.Ağustos. 1933 tarihinde, Feshane Fabrikası müdürü Şevket Turgut Bey’in yönetiminde, staj görmek üzere seçilen elli kişilik ilk kafile Çiçerin vapuruyla Sovyet Rusya’ya gider. Gidenler Moskova’da Teknikom Enstitüsü’nde önce birkaç ay staj görecek, sonra da bu enstitünün fabrikasında çalışarak uygulama yapacaklardır. Bu program dokuz ay sürecektir. Ardında da 06.Eylül.1933 tarihinde otuz kişilik ikinci grup Sovyet Rusya’ya gider. Rusya’daki eğitimlerin başında bulunan Feshane Fabrikası Müdürü Şevket Turgut Bey dönüşte Kayseri fabrikasının ilk müdürü olacaktır.
Sümerbank merkezi Eylül 1933’de İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak, Merkez Bankası’nın boşalttığı Ziraat Bankası binasına yerleşir. 12 Eylül 1934 yılında da gazetelere ilân verilerek, Ulus’daki ünlü Taşhan yerine yapılacak yeni genel müdürlük binasının projesi için, yerli ve yabancı mimarların katılabileceği bir yarışma açılır. Ve yarışmayı Alman Profesör Martin Elsaesser’in projesi kazanır. Ankara Ulus’ta sembol haline gelen bu binadan yıllarca Sümerbank yönetilir.
Nurullah Esat Bey Sümerbank Genel Müdürü olarak bir grup şube ve fabrika müdürleri ile birlikte, Kayseri ve Nazilli Dokuma fabrikalarına alınacak makineler hakkında incelemelerde bulunmak üzere 16 Ağustos 1934’te Berlin, Moskova ve Leningrad (bugünün St. Petersburg’u) ziyaretlerini gerçekleştirir. Heyet 28 Eylül 1934’te ülkeye döner. Daha sonra bu kez İktisat vekili Celâl Bayar başkanlığındaki bir heyetle, heyetin içinde Sümerbank mühendisleri de vardır, 10 Temmuz 1935 yılında otuz sekiz günlük bir Sovyetler Birliği gezisine gider, incelemelerini sürdürür (Hasan Aslan Akpınar).
Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı:
Sovyetlerin hızlı kalkınmaya yol açan plâncılıkları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, halkın tüm kesimlerini kucaklamak isteyen hızlı kalkınma gereksinimi bir yerde buluşur. Cumhuriyet kadroları bu plân işini ülke ekonomisine çare olacak bir yöntem olarak değerlendirirler, yararlanırlar. Sovyet Rusya’dan gelen uzmanlar heyeti bizim uzmanların talepleri ve yönlendirmesiyle (bu plânlama işinin kökeni Âli İktisat Meclisi adı verilen ekonomi danışma kuruluna hazırlatılan 1930 tarihli “İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor” a kadar götürülür) Türkiye’de kurulması gerekli sanayi tesisleri ile ilgili çalışmış ve raporlarını hazırlamışlardır. Bu raporu bir plân içerisinde değerlendirmek ve uygulamak cumhuriyet kadrolarının işidir. Yani Ruslar bizim adımıza Birinci Beş Yıllık Plân hazırlamamışlardır. Bu arada Celâl Bayar yönetimi Sovyet uzmanlar henüz Türkiye’de iken, Türkiye’nin “iktisadi bir tetkikini” yapmak üzere New York’taki bir firmayla anlaşmıştır. ABD’li uzmanlar gelip çalışmış ve raporlarını Mayıs 1934’de tamamlamışlardır (İlhan Tekeli ve Selim İlkin’den aktaran Janset Özen Aytemur). Ancak bu raporun ilk plânlamada bir işlevi olmadığı söylenir.
Hazırlanan plân 17 Nisan 1934’te Bakanlar Kurulunca kabul edilir ve plânı uygulayacak olan Sümerbank’a bildirilir (Şevket Süreyya Aydemir). Sümerbank, Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı’nın ana gövdesi, uygulama merkezi, genelkurmay karagâhıdır. Yıllar sonra itibarsızlaştırılarak “Babalar gibi satılan” Sümerbank’ımız işte böyle bir kurumdur.
1934 yılında uygulamaya konulan Birinci beş Yıllık Sanayi Plânı’nda yer alan sanayi öncelikleri, ana hammaddeleri ülke içinde bulunan ve iç pazarın en büyük ihtiyaç maddelerini üretmeye yönelik sanayilerdir.
Plâna konu olan ana sanayi beş büyük grupta toplanmıştı:
- Dokuma sanayii: Pamuklu, yünlü, kendir.
- Selüloz sanayii: Kâğıt, karbon, selüloz, suni ipek.
- Maden sanayii: Demir, sömikok (taşkömürünün damıtılmasıyla elde edilen bir kömür cinsi), kömür ve türevleri.
- Seramik sanayii: Şişe, Cam ve Porselen.
- Kimya sanayii: Zaçyağı (sülfürik asit), klor, sudkostik, süper fosfat.
Temeller Atılıyor:
Başvekil İnönü’nün Mayıs 1932’de Sovyet yetkililerle Rusya’da yaptığı kredi ve teknik yardım konusundaki protokol 1934 yılı başında Ankara’da imzalanarak resmiyet kazanır. Uzun çalışmaların, emeklerin sonunda artık sıra temeller atmaya gelmiştir.
Devlet kapitalizminde, özel kapitalizmden farklı olarak, askerî ve sosyal kaygılar da rol oynadığı için, bu girişim Batı’daki kapitalistleşme süreçlerinden ayrılmaktadır. Bir kere stratejik düşüncelerle yatırımlar belli bir bölgede toplanmayıp yurdun dört köşesine dağılmışlardır. Böylece doğuda Malatya’dan batıda Nazilli’ye kadar birçok fabrika Anadolu’ya serpiştirilmiştir (Prof. Dr. Taner Timur).
Ardı ardına temeller atılır. İlk önce 20 Mayıs 1934’te Sümerbank komutasındaki sanayi hareketinin ilk simgesi olan Kayseri Bez Fabrikası’nın temeli atılır. Ardından, Ereğli Bez 20 Ekim 1934, Nazilli Basma 25 Ağustos 1935, Bursa Merinos 28 Kasım 1935 ve diğerleri… Kayseri Bez 16.Eylül.1935, Ereğli Bez 04.Nisan.1937, Nazilli Basma 09.Ekim.1937, Bursa Merinos 02. Şubat.1938 yıllarında işletmeye açılırlar. Ve de diğerleri…
Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti ulusal sanayinin kurulması yolunda en büyük adımlarını atmış olur.
Mutsuz Son
Sümerbank, 17.06.1938 tarihinde 3460 sayılı kanunla Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) yapılır. Yönetimdeki iktidarlar izin verdiği oranda başarılı bir KİT olarak görevlerini sürdürür. Özal ile birlikte dönemin modası neoliberal politikalar Türkiye’yi de sarınca, nedenlerine bakılmaksızın, ülke ekonomisinin üzerinde bir yük olarak değerlendirilerek, Bakanlar Kurulu tarafından 11.09.1987’de Sümerbank’ın özelleştirilmesine karar verilir. 08.12.1987’de özelleştirme çalışmaları doğrultusunda Sümerbank Holding A.Ş. olarak yeniden yapılandırılır. 16.07.1993’de bünyesinden bankacılık birimi ayrılır ve unvanı Sümer Holding A.Ş olur. Bankacılık birimi Sümerbank A.Ş. 17.10.1995’de 103.460.000.-$ bedelle İpek Tekstil A.Ş.’ye satılır. Şirketin sahibi Hayyam Gariboğlu’nun adı çeşitli skandallara karışınca tekrar geri alınır ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (Tasarruf sahiplerinin haklarını yolsuzluk ve usulsüzlüklerden korumak amacıyla kurulmuş devlet kurumu) devredilir. TMSF’nin açıkladığı raporlarda Sümerbank A.Ş.’nin 248 trilyon liralık bir ‘boşaltma operasyonuna’ uğradığı haberi günün gazetelerine yansır. TMSF el koyduğu Egebank, Yurtbank, Yaşarbank, Bank Kapital ve Ulusal Bank’ı Sümerbank A.Ş. bünyesinde birleştirerek 2002’de Oyakbank’a devreder. Yani 2002’de Sümerbank A.Ş. feshedilmiş olur. Oyakbank da 2007’de Hollanda kökenli İNG Grubu’na satılır. Grup böylelikle İNG BANK olarak Türkiye’ye girer…
Sümer Holding Kayseri Pamuklu İşletmesi 09.08.1999’de kapatılır (Erciyes Üniversitesi’ne devredilir) Sümer Holding Ereğli İşletmesi 31.10.1997’de 5.750.000.-$ bedelle Albayrak Turizm A.Ş.’ye satılır. Sümer Holding Nazilli basma Sanayii İşletmesi 14.11.2000 tarih, 2000/83 sayılı karar ile 25.07.2003 tarihinde Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredilir.
Sümer Holding Bursa Merinos Yünlü Sanayii İşletmesi ÖYK’nin 25.10.2004 tarih, 2004/104 sayılı ve 02.12.2004 tarih, 2004/116 sayılı kararı ile 15.07.2005 tarihinde Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na devredilir. İşletmenin “Merinos Halı” markası kapatılmadan önce 24.10.2003’de 289.616.-$ bedelle Merinos Halı San. Ve Tic. A.Ş.’ye satılmıştır.
Ve diğerleri de bir bir tarihe karışır…
Kuruluşu görkemli olan, sanayileşmemizin önünü açan Sümerbank adeta itibarsızlaştırılarak ve ne acıdır ki övünmelere neden olarak, acımasızca yok edilmiştir.
NEDEN? Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti hedefe yürüyüşünde güç ve güven kaybına uğramıştır.
Ama hedefe giden yol hâlâ önünde uzanmaktadır.
(16. MAYIS. 2020)